top of page

Üç Yıldız

  • Şevval Karpuzcu
  • Feb 1, 2023
  • 14 min read

Updated: Mar 27, 2023

“yalnızca iki rastgele yolcu

bir girdaba kapılmış

bir öpücük ve iki kalp atışı

bir kıvrıma dolanmış”


Buğulu camın ardından göğü yakalamaya çalışıyor gözleri. Fakat ne mümkün cam değil gök de bulanmış bugün. Havaya aldırış etmiyor. Önüne dönüyor. Bir tuhaf endişe içinde. Her gün yaptığı şey değil elbette endişelenecek. Uyku tutmadı dün gece, yorgunluk akıyor yüzünün her zerresinden. Mühim değil az kaldı sonuçta. Geceyi geçirecek bir yer bulabilmeyi umut ediyor. Öyle pek süslü olmasına lüzum yok, vakit kaybetmeden bulsun yeter, hoşlanmazsa değiştirir yahu çok mu zor? Koskoca şehir, bir yolunu bulur şüphesiz. Ne yapmalı peki? Bugün bir şey yapamaz muhtemelen, ancak kendine gelir. Sabahına ilk iş ne olmalı, mesele o. Düşünüyor. Bir hayli heyecanlı ve korkuyor da bir yandan. Yeni bir şehirle buluşuyor, şunun şurasında ne kaldı? Sahi saat kaç oldu? Kolundaki saate yansıyan gözlerine bir şaşkınlık vuruyor. Az kalmış. Çeyrek saate bitecek yolculuk. Başlayacak, demeli belki de. Plansız, vakitsiz geliverdi. Kendine kızıyor şimdi. Araştırmadan etmeden, ansızın… Neyse, neyse, telaşa gerek yok.


Halini gören yıllardır özlem duyulan bir sevgiliye kavuşacak sanıyor sürekli üstüyle başıyla oynuyor çünkü. İyi görünmek zorunda hissediyor. Simsiyah giyinmiş fakat tüm bedenini kaplayan rengin karanlığına tezat yüzü ışıltılar saçıyor. Herhangi biri için giyinmediğinden dolayı bu aslında. Birine değil, kendisine süslendi de öyle kapısını çekip çıktı evinden bu sabah. Yanına öyle çok şey getirmedi. Bir sırt çantası var yalnızca, kırmızı. Yoruldu düşünmekten artık. Gözlerini kapatıyor, uyuyakalmaktan korkup açıyor, bu heyecanla nasıl olacaksa sanki. Su gibi aktı şu çeyrek saat de. Eski bir havası var bu istasyonun. Yeni bir şehre mi geliyor, zamanda geriye mi gidiyor belli değil hakikaten. Şimdi hiç huysuzlanmasın, çok seviyor aslında böyle yerleri. Bir dönem filminde, mistik bir romanda gibi hissediyor her seferinde. Yine hayal dünyasına daldı, herkes inmeye başlamış. Herkes demek pek yerinde olmaz, bazıları erken indi. Bazıları hep erken varır zaten ineceği yere, diye geçiriyor içinden. Neydi bu şimdi? Ardı sonu gelmez soruların sırası değil. Son basamaktan da iniyor ve bu yeni şehrin zeminine ilk adımını atıyor. İlk nefesi de çekti mi tamamlanıyor her şey. Şu andan itibaren buraya ait. Aidiyetin vakti yok, aylarca beklemek mi gerekiyor bir yere ait olmak için?


Gözleri dolaşıyor şimdi, pek kalabalık değil istasyon. Tam istediği gibi. Güneş çökmüş, şehir uyumuş, sakinlik basmış havayı. Bu dinginlik ona iyi geliyor. Kalabalık olsaydı kendisi de istemeden kalabalığa karışacak, onun bir parçası olacaktı. Başkasının kalabalığı olmaktan korkuyor. Güzel bir kelime değil. Tanışıklığın zıt anlamı. Ayrıca şehir kalabalıkları kuraktır. Herkeste evlere ulaşma çabası ve o acelecilik. O duyguya kapılmak istemiyor. Yorgunluk bastı yine. Düşünceleri kendinde saklamak yoruyor onu. Yakın bir bank buluyor, bir ucuna bayılırcasına oturuyor. Lüzumsuz yer teşkil etmek istemez hiç, çantasını kucağında tutuyor. Hava hafiflemiş, bulanıklıktan kurtulmuş. Ben buraya geldim ya, gök dahi netleşti artık, diye geçiriyor içinden. Gülümsüyor şimdi. Kimseye mecbur olmamak duygusunun getirdiği gülümseme bu. Burada işte.

Bir ses duyuyor birdenbire. İrkiliyor, gülümsemesi soluyor aniden. Gözlerinin takılı kaldığı o gölgeden çekiyor bakışlarını, başını biraz sağa kaydırınca yere düşen kitabı görüyor. Onun değil. O an farkına varıyor yanına birinin oturduğunun. Bu ne sinsilik, ne zamandan beri burada bu yabancı? Kalp atışlarını duyacak kadar yalnızlar, bu sessizlik içinde nasıl fark ettirmeden ilişti bankın diğer köşesine? Geldiğinde o da burada mıydı? Yok, pek ihtimal veremiyor bu fikre. Duyulmasa da görünüyor… Acaba görülmediğini de mi düşünüyor? Soluklarıyla inip kalkan göğüs kafesi oynamasa heykel bile sanılabilir. Göz kırpıyor şimdi. Başını geri çeviriyor yabancıdan. Bu kadar detaylı incelemeye ne gerek vardı? Zaten bugün zamanın farkında değil, ya haddinden fazla diktiyse gözlerini? Yanlış anlaşılmaktan korkuyor. Tehlikeli biri değil gibi. Huzursuzluk vermiyor yanında adını dahi bilmediği birinin böyle rahat oturması. Kendine çeki düzen veriyor, gözü yine ona kayıveriyor. Bu sefer öyle dik dik bakmıyor, önce ayakkabılarına bakıyor. Kitap hala orada? Neden eğilip almadı, görmedi mi düştüğünü? Yankı yarattı düşüş sesi, görmese duyar. Belki önemli bir kitap değildir? İnip o mu almalı, hayır hayır lüzum değil, almalı mı? Hayır. Garip bir gerginlik var şimdi havada. Çevrelerini saran sıcak rüzgarlar mı var sanki? Bahar soğuğu varken nereden çıktı ki? Ayakkabıları değil de çorapları çekiyor dikkatini. Kaç renk var orada yahu? Sayamıyor. Çatıyor kaşlarını fark etmeden, gözlerini kısıyor, paçaları kısa gelen pantolonun altında biraz komik duruyorlar. Yüzündeki solgunluk gidiyor, gülmemeye çalışıyor şimdi. Anlaşılan renkli biri. “Çoraplarıma daha ne kadar bakacaksın?” diyor yanındaki ansızın. Yakalandığını anlıyor, hemen çekiyor gözlerini, utanıyor biraz. Gözleri bu renkli çorapların sahibinin yüzüne değince kaşları yine çatılıyor hafiften. Belli etmiyor tabii içinden gelip geçen her duyguyu, temkinli ve şüpheli yaklaşıyor her şeye rağmen. Fakat mesele bu ya, her şeye rağmen yaklaşıyor işte. “Gözüm dalmış, yorgunluktan…Pardon.” Önüne dönüyor. Bu stres nereden geliyor, anlamış değil. Muhtemeldir ki karışısındakinden duyduğu o huysuzluk renginden. Anlık bir huysuzluk vakti mi bu yoksa hep mi böylesin, diye soruyor. Kendi kendine tabii, ona değil. “Birini mi bekliyorsun?” diye soruyor yabancı, bu soruda huysuzluğun yerini merak aldığından şimdi daha sakin cevap verebilir. “Sanmıyorum.” Gülümsüyor ve “Sanmıyorum mu?” diyor başındaki şapkayı çıkarıp banka koyarken. Kitabı hala almıyor. “Kitabın düştü, neden almıyorsun?” diye soruyor, yanındaki şapkasını banka koyunca o da çantasını koyuyor. Fakat aralarına değil, bu kaba olabilir, diğer yanına. “Orada kalsın istedim.” diyor kitaba göz atıp. “Ben okudum, yolda kitap gördüğünde merak edip inceleyen birisi alsın, onun olsun.” diye devam ediyor. “Ben alsam olur mu?” soruyor ve kitabın asıl sahibinin umursamazca ve yavaşça omuzlarını silkelediğini görünce eğilip alıyor kitabı. Eski bir basım ama dikkatli kullanılmış, okunduğu belli fakat yıpranmış değil. İnce bir kitap. Yüzünü çevirince görüyor ismini. “Constantinople Eight Poems” İlk baskı değil mi bu? Evet o. Ve basitçe yere düşürüp burada mı bırakmak istiyor? Kötü bir hatırası vardır belki de. Ardında bırakmak mı istiyor? Ne de çok anlam yükledim, diye geçiriyor içinden. Yine de bilmek istiyor. "Sen de bekliyorsun." diyor kendinden emin sesiyle. "Ama neyi? Seni İstanbul'dan kaçıracak treni mi yoksa Vita'yı mı anlayamadım." diyerek devam ediyor. Bilmiş bir gülümseme yayılıyor yüzüne şimdi, kendini kanıtlama isteği nereden geldi bilmiyor fakat amacına ulaşıyor. "Etkilendim." diyor diğeri, renkli çoraplarını kendisi de görebilsin diye ileri doğru uzatırken. "Vita'yı herkes bilmez, bazen de bilmeyi reddederler." Gittikçe meraklanıyor. Konuşmak istiyor ve belki dinlemeyi daha çok istiyor. "Yanında hiçbir şey yok, Vita'yı bekliyorsun sanırım?" yanlış olmasını istiyor bu tahminin. Onu neden ilgilendiriyor? Bilmiyor, şu an önceliği bu yabancı yalnızca. "Sanmıyorum." Bu sefer de elindeki kitaba bakarak o gülüyor. "Anladım, doğru. Hak ettim bu cevabı." Bakışlarını kaldırdığında biraz önce kendisinin indiği külüstür trenin hareketlendiğini görüyor. Aklı karışıyor. Binmedi ama yanına gelen kimse de olmadı, derin bir iç çekiyor. Yanında gerçekten hiçbir şeyi yok. Elinde sıkıca tuttuğu minik bir cüzdan ve kucağında sır gibi sakladığı küçük defteri var sadece. Defteri kurcalıyor, kahve dökülmüş her yerine, silinmeyen bir kalemle yazılmış bu yüzdendir ki üzeri karalanmış satırlarla dolu. Bir şeyleri kontrol ediyor sanki, emin olmak adına. Ciddi bir ses tonuyla, kendini de ikna etmek istermiş gibi konuşuyor. "Gidiyorum, gideceğim, başka yapacak bir şeyim yok zaten." Son cümleye odaklanıyor önce. Ne demek oluyor, zorunda mı yoksa işlerini mi bitirmiş? O ses tonundan pek de anlaşılmıyor ne ima ettiği. Fakat bunu sormak yerine düşünmeden, sanki sorgulayacak başka hiçbir şey yokmuş gibi "Çantasız mı?" diyor. "Hiçbir şeysiz." Bir buhran içinde tüm cevapları. "Ne zaman gidiyorsun?" Şimdiki trene binmedi, seferler de öyle pek fazla değil. En az birkaç saat burada oturacak yani öylece, diye düşünüyor. "Erken geldim. Bu saatlerde istasyon kalabalık olmaz diye düşündüm" Evet haklı, doğru düşünmüş. Birtakım uğultular işitiliyor fakat istasyonda görevli olanların sesleri gibi hepsi. Banktakiler dışında yolcu yok, ne giden ne gelen var. "Kalabalık yok, evet. Haz etmem ben de. Hatta hazzı bırak, nefret ederim." Aslında herkese böyle konuşmaz, her fikrini söylemez, nadirdir böyle anlar onun için. Renkli çoraplar görmek keyfini yerine getirdi herhalde. Onaylamayan bir mırıltı çıkarıyor yanındaki. "Kalabalık. Sen varsın." Ne yaptım da kalabalık sayıldım şimdi, diye kendine soruyor. Kırılıyor, en istemediği şeydi bu oysaki. "Tanışırsak birbirimizin kalabalığı olmaktan çıkarız aslında." diyor, gayet makul bir öneri sunuyor. "Yeni gelmişsin, planların yok mu, buluşacağın birileri, gezip göreceğin yerler falan? Burada heba etme geceni derim ben." Yeni geldiği belli mi ki o kadar? Kitaba odaklanıyor yeniden. Sayfaları nazikçe çevirirken soruyor. "Buradan gidiyor olamaz mıyım ben de, yeni geldiğim ne malum?" Bir tebessüm beliriyor ikisinin de yüzünde. Aynı anda. İkisi de farkında çünkü. Bu birbirine yabancı iki çift gözden de okunuyor mecalsizlik fakat aynı vaziyet farklı sebeplerden ilişmiş yüzlerine. Biri bu şehrin hikayesini artık bitiriyor, diğeri bu hikayeye yeni başlıyor. "Yalnız mı olacaksın, nereye gideceksen artık?" diye sorduğu an soruyla karşılık alıyor. "Yalnız mı olacaksın, sen nereye geldiysen artık?" Bir muziplik sezmeye başlıyor. Kurduğu cümleleri ayna gibi kendisine yansıtıyor yanındaki. Dengesiz ve biraz da pervasız bir hali var. "Hep yalnızım galiba, değilim aslında ama öyleyim işte." Neler diyor böyle? Dert yanmanın sırası mı cidden de? Ya ne söyleyeceğini bilmediğinden böyle konuşuyor ya da ne söylemek istediğini şimdiye dek hiç fark etmediğinden. İkisinden biri. Erken geldim, dediğine göre o da ikilemde. Kendince çıkarım yapıyor şimdi aklında. Bir insan istasyona neden erken gelir? Bir an önce o kentten kopmak istediğinden değil mi? Hayır, hayır genelde böyledir ama yanındakinde başka bir şey var. Ne mutlu ne de hüzün dolu görünüyor. Belki veda etmek ona gerçekten de iyi gelecektir, onu burada tutacak ne var bilmiyor, belki de gitse iyi. "İstiyor musun? Aradasın sanki sen de. Her şey, olduğu yerde, olduğu gibi, sen arada gibisin." İkisi de şiir kitabına bakıyor şimdi. Soruyu duymazlıktan geliyor. "İçinde notlarım var, yazım biraz komik, kitabın ahengi ile uyuşmuyorlar hiç, o yüzden ayrı kağıtlara not alıp arasına sıkıştırıverdim zaten. Vita'nın kaleminin yanına kendi kalemimi yaklaştıramadım." Dinliyor fakat aklı başka yerde. Kitabın değerli olduğu bariz. Kıymet bilen birisi ayrıca. Hem ardında bırakmak istiyor hem de kıyamıyor gibi. Başını arkalarındaki duvara yaslıyor. Saçları biraz dağılmış ama oynamak istemiyor, saçlarının gözlerine düşmesi, alnını çevrelemesi ona güven veriyor, sığınak gibi. "İstiyor musun gitmek, hem istiyorsan da nereye? Hep üstü kapalı kısa konuştun." Biraz açıklasın istiyor. Israr ediyor, cevap alana kadar bırakmayacak. Aklında artık birkaç isim belirsin, geldiği yer ve gideceği yerler gibi. Aklında cümle kurmaya yetecek bilgisi olsun istiyor bu yabancıya dair. "Tek istediğim trene binmek sanırım." diyor. "Nasıl ve ne zaman gideceğinin önemi kalmadığında, tam da o zaman artık gerçekten gitmek istediğini fark edersin ya, tam da o zaman işte bu gece." Evet ettiği en uzun laf bu oldu. Anlıyor yavaş yavaş. Ne diyeceğini bilmiyor, bir şey söylemek de istemiyor. Anlıyor fakat belki de hak vermiyor. Nereden gittiğine değil nereye vardığına bakmak lazım, diye düşünüyor. "Nereden gittiğine değil nereye vardığına bakmak lazım." diye ses veriyor bu düşünceye ve devam ediyor. "Ya bulunduğun durumdan kurtulmak için kaçarken daha büyük bir felakette bulursan kendini? Geri de dönemezsen ne olacak?" Artık bir tren yolculuğundan konuşmuyorlar. Farkında ikisi de.


"İstasyonlar hiçbir zaman hiç kimsenin asıl varış yeri değil, hiç düşündün mü bunu?" Tatlı bir merak ve muhabbeti ilerletme çabası seziyor bu soruda. Gülüyor. "İndiğimde ilk düşündüğüm şey buydu desem? Herkeste bir yerlere yetişme telaşı oluyor hep. İstasyon kimsenin umrunda değil, bir geçiş noktası sadece. Ne yaşanıyorsa aceleyle yaşanıyor. Birini uğurlamaya geliyorsan son dakikaya kadar dışarıda duruyorsun, son dakika vedalaşıp koşaradım kaçıyorsun buradan. Tam aksi de kötü, birini bekliyorsan da geldiği gibi eve götürmeye kalkışıyorsun. En nadide buluşma yerleri aslında böyle yerler. Giden gelen kim varsa burada buluşuyor, kimse onca duygunun duvarlarına sindiği istasyonun yüzüne bakmıyor." O bunları söylerken çok mutlu ve hevesli aslında şu an, bir başkasıyla aynı soruda, üstüne üstlük aynı duyguları taşıyan cevaplarda buluşmak ne güzel şey! Sözünün bölünmeden dinlenmesi, gülüşlerle birini dinlemek, haklı bulmak, hayatın ne büyük inceliği. Konuşmak, konuşunca duyulmak, duyulunca dinlenmek ne inanılmaz mucize! "Mesela sen ve ben, gecenin bir yarısı değil de gün ortası tanışsaydık o telaşla, o acelecilikle hiç görmezdik bile belki birbirimizi. Yeni kitabının yere düşüşünü duymazdın en basitinden, kalabalığın içinde kaybolurduk." Başını sallıyor heyecanla. Yanındaki düşüncelerini aralamaya başladığından bu heyecan. Hayatının en keyifli gecesi. En zarif sohbeti. Renkli çoraplarla, eski ama onun için yeni kitabıyla, kırmızı çantasıyla süslenmiş, bu sıradan detaylarla eşsizleşmiş müthiş bir muhabbet! Başını kaldırıyor o sırada diğeri, aşinası olduğu bir ahbabıyla karşılaşmışçasına el sallıyor tavana. O da yukarı bakıyor şimdi. Zifiri karanlığı cılız ışığıyla bölen lamba da olmasa hiçbir şey göremeyecek. Gerçi şu an da ne gördüğünü anlamıyor. "Oradan göremezsin, benim baktığım gibi bakmalısın, biraz yaklaş." diyor. Başını ona doğru uzatıyor bu lafın üzerine, öyle bakıyor tavana, tam da onun parmaklarının arasından. Solgun elindeki yüzüğü yeni fark ediyor. İnce sıradan bir yüzük aslında ama tavana bakmaktansa ellerini incelemek adına yüzüğe bakmak daha cazip geliyor. "Kuzey elimde değil, tavanda, bak şurada." Gözleri yakalıyor şimdi görmesi gerekeni. Tavanda tam onların hizasında bir sembol çizili. Çok büyük değil, rengi solmuş, varlığını belli ediyor fakat görmek için dikkatli bakmak gerekiyor. Yıldız şeklinde. Ama sıradan beş köşeli yıldızlardan değil, sekiz köşesi var bunun. Neden Kuzey dediğini anlıyor şimdi. "Çok güzel, gizli bir detay gibi." diye mırıldanıyor şimdi. Yıldızın eski ahbabı birçok anlam taşıyabilecek bir bakışla ona bakmaya başlıyor yeniden. Bu sefer bu kadar yakın bakmasından endişe ediyor, her an yüzünde bir kusur bulabilecekmiş gibi hissediyor. "Gizli değil aslında, hatta herkes ona baksın, şeklinin farklılığını anlayınca dönüp bir daha baksın diye bariz bir yere çizilmiş. Ama işte insanlar yukarı bakmayı akıl edemiyor ki bırak dönüp bir kez daha bakmayı fark etmiyorlar bile. Onunla tanışmak için vakit gerek, böyle oturup izleyeceksin. Biraz garip tabii, eski bir tren istasyonunun tavanında, olabileceği en tahmin edilmez yerlerden birinde, talihsiz bir yıldız kendisi. Aslında tam olarak bir de değil biliyor musun? Üç yıldızın birleşmesiyle bir olmuş.”


Detaylıca yüzünü inceliyor yanındaki, ne düşünüyor, yüzünde ne görüyor, merak içinde şimdi. Bu sefer onun kendisine yönelttiği ilk soruyu kullanacak. "Yüzüme daha ne kadar bakacaksın?" Evet, bu artık aralarında bir oyuna dönüştü. Şimdi o da gözüm dalmış, pardon, benzeri bir şey diyecek ve gülüşecekler yine. Erkenden tebessüm etmeye başlıyor soruyu sorduğu anda. Keyif alıyor. Bir kasvet var henüz nedenini çözemediği, çözmeye ihtiyaç duymuyor. Yalnızca bu bankta oturmak istiyor o gidene kadar. Hatta onu uğurlamak istiyor, belki onu uğurlayan biri olursa geri döner. Her zaman böyle olmaz mı? Ardında bekleyen birini bırakırsan günün birinde dönmen gerekir, bu düşüncesine kendisi de şaşırıyor. Tebessümü yüzünde hala fakat asılı kalmış bir maske gibi. Hala yüzüne bakıyor yanındaki, kuşkulu ve kilitlenmiş bir vaziyette. Sanki nadir bir kuş görmüş de korkutmaktan çekinir gibi, hareketsiz bakıyor. Yavaşça konuşmaya başlıyor uzun sayılabilecek bir sessizlikten sonra. “Bir film sahnesinde olsaydık bir hayalden ibaret olurdun.” Kafasını öne çeviriyor, dilinden dökülenlere kendisinin de şaşırdığı yüzünden okunuyor şimdi. Sonra başını kaldırıyor, gözlerini kapatıyor. Nefesini içine çekiyor, birkaç saniye tutuyor. Aniden bırakıyor. Gözlerini açsana, diye geçiriyor içinden. Bir yerine bir şey mi oldu, ne tuhaf hareketler bunlar? Bekliyor yalnızca. Bir gözünü açıyor şimdi, yavaşça yanına bakıyor. Hala orada mı diye kontrol etmek istermiş gibi. Elbette buradayım, diye düşünüyor. Hayaller kusursuz olur, ben olamam ki, diyor kendi kendine. Sonra ilk kez sesli bir şekilde gülmeye başlıyor yanındaki. Hatta gülmekten gözleri sulanıyor sanki. Yanındaki böyle aniden gülüşlere boğulunca şaşırıyor, tepkisiz bakmaya devam ediyor, onun da tebessümü hala yüzünde tabii. Anlam veremediği için ona da komik geliyor durumları, onun da sessiz tebessümü canlanıyor, sesli bir kahkahaya dönüşüyor. Sesli kahkahalarla bakışları da canlanıyor. Yorgunluktan eser kalmamış. Hatta sol tarafta dibindeki lambanın yandığını fark ediyor. Ne zaman yandığını fark etmemişti, zifiri karanlıkta şimdi bu yabancının da yüzü parlıyor. Işıktan dolayı değil, yine ne zaman süzülmeye başladığını fark edemediği gözyaşlarından. Sesinde en ufak bir kırılma yok. Kendisi kırgın, sesi değil. Gözleri yorgun, sözleri değil. "Bir film sahnesinde değiliz." diyor, kırmızı çantasından yanındaki için mendil almaya yeltenirken. "İyi ki." diyor vurgusuzca diğeri. "Tanıştığımıza memnun oldum mu demeye çalışıyorsun?" diye soruyor ağzından laf almak niyetiyle. "Çok klişe olurdu, diyecektim aslında. İstasyonun eski bir havası var, dramatik bir ışık vuruyor tam da saçlarının arasından, bütünüyle bir yabancısın ama sanki değilsin gibi de. Gerçekliğin masalsı, her şeyi biliyormuşsunda hatırlatmak niyetindeymişsin sanki. Ama işte gözlerimi üzerinden çektiğim an yok olsan ne fena olurdu. Düşünsene, tam da senin Vita olduğunu düşünmeye başladığım an, tam inanacak iken birden yok olsan… Absürt olurdu." Önünde boşluğa bakarken sakince ve hafif nefesler alarak söylüyor bunu. Tane tane. Duyduğu her cümlede, rengarenk sesler duyuyor aslında şimdi. Kimseden duymadığı renkler bunlar. Kendisi siyahlara bürünmüş geceye karışırken o umursamazca bulduğu her şeyi yakıştırmış üzerine. Evet sözleri de renkli işte. Dışa yansıtma çabası var içinde tuttuğu her şeyi, diye düşünüyor. Sanki kapısı çalınmadığı sürece açılmayacak bir ev gibi. Sessiz, perdeleri kapalı bir ev, kimseyi çağırmayan bir ev. Tek ihtiyacı bir zil aslında. Bir tıklatma. Birisinin ona gelmesine ihtiyacı var gibi. O çağırmadan birileri gelsin çalsın kapısını, o bekliyor hemen ardında. Hiç bekletmeden açacak. Kendini görüyor yanındaki renkli evde. Uzun bir sessizlik sürüp gidiyor hala. İçine bir endişe düşüyor, bir an önce bir şey demezse sanki kalkıp gidecek gibi. Gidecek bir hali yok, hatta bu banktan başka hiçbir yeri kalmamış gibi bu şehirde fakat işte göremiyor, tahmin edemiyor ne yapacağını. Konuyu değiştiriyor.


"Bu şehri tanımaya kaç gün yeter?" Düşünceli bir tavır sergiliyor. Mahcubiyetin içinde boğulacak gibiydi biraz önce yanındaki, şimdi rahatladı. Konuyu değiştirmek iyi fikirdi kesinlikle. Yanındaki “Ömür yetmez.” diyor. Haklı, nasıl yetsin… “Hiçbir şeyden emin olmadan geldim, acelem yok, bir planım da yok. Sadece gelmek istedim galiba ben de, seninkiyle aynı aslında niyetim ama çok da farklı tabii.” Bir şeyler söylemesini bekliyor, onun suskunluğu devam edince kendisi devam ediyor. “Sanırım bir süre buralarda kalacağım.” “Kalmaya değer mi?” Bir sorunun geleceğini hissediyor şimdi. Bir şeyler değişiyor. Aralarında bir şeyler hakikaten değişiyor, ikisi de hissediyor o değişimi. Şimdi de o utanıyor biraz. Son sözüne ne karşılık verilir ki. Yanındakine fırsat tanımadan kendisi devam ediyor. Biraz hızlı konuşuyor şimdi, dikkatinin dağıldığı belli. "Hayata bir kere geliyoruz sonuçta o yüzden aklıma gelen her şeyi yazdığım bir liste yaptım geçenlerde." Konuşmaya devam ederken yine kırmızı çantasını karıştırmaya başlıyor siyah bir defter çıkarıyor, içinde beyaz parlak bir kalemle yazılmış sayfalar dolusu madde görülüyor. "Bunların hepsini yapmam gerekiyor tüm amaçlarıma ulaşmam için. Her şey aniden oldu gelirken. Öyle birilerine haber vermedim de henüz, şansa buldum bir bilet, birkaç saat içinde bir çanta hazırlayıp çıktım evden. Sabahına evin yanındaki istasyonda buldum kendimi. Düşünebiliyor musun, bir günlüğüne erteleseydim dün geceyi bu gece tanışamazdık seninle? Deterministik bir evrendeyiz bilmem neye inanıyorsun." Sessizce, yavaş yavaş yüzünü süzerek dinliyor yanındaki, ilgi mi var gözlerinde? Doğru mu görüyor? "Kaderci değilim ama bazen hayatta olan bitenleri iplerle birbirlerine bağlayamadığımızdan görmüyoruz bence. Bazen inandığımız şey gerçekliğimiz olmalı. Bir düşün şimdi, ben dün evden çıktım çünkü yeni bir şehirle buluşmak istedim. Yeni bir şehirle buluşmak istedim çünkü seninle karşılaşmam gerekiyordu belki de. Yani…dün evden seninle karşılaşmak için çıktım." Susuyor, çok konuştu. Biraz da o konuşsun istiyor. Kızarık gözlerini kırpıştırmaya başlıyor o ise konuşmak yerine. "Kötü olmuş." diyor sonra. Anlamıyor. "Ne kötü olmuş?" Bu soruyu gereksiz bulmuş gibi kaşları çatılıyor. "Yalan söylemen kendine." Bekliyor. Anlamasını bekliyor. Yüzünün ifadesi değişmeyince devam ediyor konuşmaya. Kötü bir haber verirmiş gibi, talihsiz bir serüvenin sonunu anlatmaya hazırlanır gibi. "Kendine de 'Sonuçta hayata bir kere geliyoruz' mu diyorsun gerçekten? Hiç inandırıcı gelmedi de bana. Sen bildiğin ölmeden önce yapılacaklar listesi hazırlamışsın, öyle adlandırmak istemiyorsun sadece. Hemen de başlamışsın üstelik." Bakışıyorlar. Gözlerinden geçenleri okumak zor bir hayli. Belki de yüzleşmek istemediği bir düşüncesi henüz tanışalı birkaç saat olmuş biri tarafından dile getirildi diye içten içe sarsıldı ruhu. "Bir de bunu güzelleştirerek, sonu şahane bir yere varacakmışçasına anlatıyorsun. Hiçbir şey yetmezmiş gibi beni de merkezine koydun, bir anlam arama hatta yaratma çabası mı var yoksa sende?” Böyle bir eleştiri beklemiyordu, şaşırıyor. “Ölmeden önce yapmak istediklerimi yazdıysam ne olmuş, ne var bunda?” Kalbi atıyor, artık kalp atışları duyuluyor ikisinin de. Yakalanmış hissediyor, en büyük sırrı deşifre edilmiş, nefesi daralıyor. “Yapmak istediklerin bitince ne olacak?” Uzun bir sessizlik, bir kızgınlık var sanki havada şimdi, dargınlık ve incinmiş iki ruh. Bu yüzleşme pek iyi olmadı. Siyah defterine bakıyor. “Bir insanın yapmak istedikleri nasıl bitebilir ki?” “Son istediğin şey bitirmek olunca…nasıl da basit hem de.” Şimdi anlıyor. İşte şimdi tüm taşlar oturuyor yerine. İkisinin arasındaki dinamik hep böyle olacakmış gibi hissediyor. Birbirlerini hep anlayacaklarmış gibi, çelişkilerle dolu her şeyi anlayacak, zıtlıkların buluştuğu yerde birlikte olacaklarmış gibi. “Sen o bitişin başlangıcına gelmişsin bile, bence biraz dur.” diyor. Ben yaptım sen yapma, der gibi söylüyor bu cümleyi. “Sanki pek senin haddine değil gibi bunları söylemek, yanlış mıyım?” Hiç üzerine alınmıyor bu imalı lafı. Ansızın o an kalbinden ne geçiyorsa onu söylüyor diğeri. “Neden benimle harcıyorsun ki vaktini. Ben gittikten sonra da gelebilirdin, o zaman hiç aklın karışmazdı böyle. Geç gelebilirdin.” Ardından mırıldanarak yaşanmamış ve hiçbir zaman yaşanmasını istemeyeceği müthiş korkunç bir ihtimali dile getirir gibi sesli düşünüyor. “Ya geç gelseydin?” Sanki yıllardır içinde tuttuğu, bastırdığı bir itirafı yüzüne vururmuş gibi karşılık veriyor diğeri de. “Ya erkenden gitseydin?” O sırada tren sesi duyuluyor. Lokomotif yavaşlıyor, tam önlerinde duruyor. Manzaralarını tamamlıyor gibi. Fakat bu manzaranın tamamlanmasını istemiyor hiçkimse. Geldiği gibi gidecek, ardında bıraktıklarını bıraktığı an unutacak bir trenle tamamlansın istemiyorlar. Biri diğerine bakarken diğerinin bileti elinde, trene takılı kalmış gözleriyle tıpkı bu banka geldiği andaki haline bürünüyor, tek fark sessiz olmasına rağmen yüzündeki duyguların bağırıyor oluşu bu sefer. Hiçbir şey söylemeyecek. Gitme demeyecek. İstemiyor sırf o söylediği için kalmasını. Bekliyor. Uzun bir sessizlik çöküyor ikisinin arasına. Son dakikaları trenin, kalkacak. Etrafta insanlar beliriyor, vedalaşanlar, ağlayanlar. Koca valizler ve çantalar. Herkes teker teker, usul usul biniyor trene. Bir matem havası var herkeste. Onlar ise hala bankta. Kapılar kapanıyor. Ve trenden yine tuhaf tıkırtılar, makine sesleri gelmeye başlıyor. Tren hareketlendiği an, içine su serpiliyor birinin, diğerininse yüzünden hiçbir şey okunmuyor. Gözleri trende takılı kalan yavaşça yanındakinin bakışlarına karşılık veriyor. “Treni kaçırdın.” diyor duygusuzca yanındaki. “Treni kaçırdım.” diyor o da. Defterini açıyor. Son sayfalara doğru geliyor. Okunması zor bir yazısı var, alt alta birkaç kısa cümle yazıyor. Her birinin başına sekiz köşeli birer yıldız çiziyor. Üç yıldız çizmiş oluyor böylece. “Yeni maddeler mi ekledin?” diye soruyor, deftere değil yüzüne bakıyor o sırada… “Yeni bir liste yaptım.” “Ne yazdın?” Hesap sorar gibi soruyor. Buruk bir tebessüm yerleşiyor yüzüne diğerinin. “Oradan göremezsin, biraz yaklaş.” diyor. Fakat bu sefer defterindeki yıldızları göstermek için söylüyor bunu. Ona doğru yaklaşıyor, iki yabancıdan biri başını diğerinin omzuna yaslıyor. Gözleri defterin son sayfasında dolaşıyor, okuyor ve onun da çehresi bir tebessümle aydınlanıyor.

“Sanırım bir süre buralarda kalacaksın.”

“Sanırım bir süre buralarda kalacağım.”


Şevval Karpuzcu

Recent Posts

See All
"Cumhuriyet"

29 Ekim için özel olarak yayınladığımız, cumhuriyete dair hisleri yansıtan şiir.

 
 
 

1 Comment


rtanis951
Mar 12, 2023

Çok sürükleyici ve sonuna kadar bitmeyen bir merakla ve tatlı ayrıntılarla dolu bir hikaye.

Yazara paylaştığı için teşekkür ediyorum.

Like
bottom of page